İnsanlık tarihi boyunca, varoluş üzerine yapılan tartışmalar, hem felsefî hem de manevî anlamda derinlikli bir sorgulama sürecini beraberinde getirmiştir. “Var olmak” ve “mevcut olmak” kavramları, yüzeyde benzer gibi görünse de, aslında birbirinden farklı ve derin anlamlar taşır. Bu iki kavramın ayrımı, insanın kendini, dünyayı ve ötesini anlama çabasının merkezinde yer alır.

Var Olmak: Derin Bir Bilinç Haline Yolculuk

“Var olmak,” felsefî bağlamda, bireyin özünü ve anlamını keşfetme süreci olarak değerlendirilebilir. Varoluşçu filozoflar, özellikle Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger, “var olma”nın sadece fiziksel bir mevcudiyetten öte olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre bu, bilinçli bir farkındalık halidir. Sartre’a göre, “var olmak,” kişinin kendi özünü oluşturma özgürlüğüne sahip olduğu bir süreçtir. Yani, “var olmak,” salt biyolojik bir varlığa sahip olmanın ötesinde, kendi kimliğini ve anlamını yaratma sorumluluğunu taşımaktır.

Manevî açıdan ele alındığında, “var olmak,” ruhun derinliklerine inerek, evrenle ve yaratıcı güçle bütünleşme sürecidir. Tasavvuf öğretisinde, “var olma”nın Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli etme hali olarak değerlendirilmesi, bireyin kendini ilahi gerçeklikte bulma arayışını ifade eder. Bu, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli etme halidir. Bu değerlendirme, bireyin ilahi gerçeklikte kendini bulma arayışını ifade eder. Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli etmek olarak değerlendirilir. Bu, bireyin kendini ilahi gerçeklikte bulma arayışını ifade eder. Bu anlamda, “var olmak,” bir nevi ilahi varlıkla özdeşleşme, onunla bir olma hali olarak yorumlanabilir.

Mevcut Olmak: Fiziksel ve Geçici Bir Hal

Diğer yandan, “mevcut olmak,” varlıksal bir derinliğe sahip olmaktan ziyade, belirli bir zamanda ve mekânda bulunma durumunu ifade eder. Bir nesnenin veya varlığın “mevcut” olması, onun gözlemlenebilir, ölçülebilir ve maddi bir gerçeklik olarak varlık gösterdiği anlamına gelir. Bu durum, varlığın sadece dışsal ve fiziksel boyutuyla ilgilidir. 

Felsefî açıdan “mevcut olmak,” varoluşun derinliklerinden yoksun, yüzeysel bir mevcudiyettir. Heidegger, bu durumu “düşük ontolojik statü” olarak nitelendirmiş ve “var olma”nın daha derin ve anlamlı bir mevcudiyet olduğunu vurgulamıştır. “Mevcut olmak,” zamanla sınırlı, geçici bir haldir ve bu yüzden “var olmak” gibi kalıcı ve derinlemesine bir anlam taşımaz.

Manevî anlamda ise “mevcut olmak,” geçici dünyaya ait olmayı, maddi bağlamda bir yer kaplamayı ifade eder. Bu anlamda, “mevcut olmak,” insanın dünyevi sınırlamalara tabi olan ve ilahi özle birleşmeyen kısmını temsil eder. Ruhani arayışta “mevcut olma” hali, çoğu zaman bir engel veya aşılması gereken bir eşik olarak görülür. Bu hal bireyi ilahi olandan uzak tutan bir yanılsamaya dönüşebilir.

Sonuç: Var Olmanın ve Mevcut Olmanın Denge Arayışı

“Var olmak” ve “mevcut olmak” arasındaki fark, insanın dünyadaki ve evrendeki yerini anlama çabasının bir yansımasıdır. Felsefî olarak “var olmak,” bireyin özünü keşfetme ve anlam yaratma süreci iken, “mevcut olmak” daha çok dışsal bir gerçeklikte bulunma durumunu ifade eder. Manevî olarak ise, “var olmak,” ruhun evrensel bir bütünlük içinde yerini bulma ve ilahi varlıkla birleşme süreci olarak görülür. “Mevcut olmak” bu süreçten uzak, geçici ve maddi bir hali temsil eder.

Bu iki kavramın dengesini bulmak, hem felsefî hem de manevî bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. İnsan, sadece fiziksel varlığıyla sınırlı kalmadan, içsel ve ruhsal derinliklerini keşfederek, gerçek anlamda “var olmanın” ne demek olduğunu anlamaya çalışır. Bu, aynı zamanda, insanın hem kendisiyle hem de evrenle olan ilişkisini daha anlamlı ve bütüncül bir hale getirecektir.

İlhami Serdar KARAMAN – 17.08.2024

x.com/iskaraman

Photo by Rodrigo Souza on Pexels.com

Popüler