Günlük hayatımız, görülmemiş bir hız ve konfor döngüsü içinde akıyor. WhatsApp yazışmalarını sesli asistanlara yazdırıyor, toplantı notlarını fotoğraflayıp buluta atıyor, en karmaşık cümlelerimizi bile yapay zekalı “otomatik düzeltme” (auto-correct) sistemlerine emanet ediyoruz. Remington’un 1870’lerde ilk daktiloyu piyasaya sürmesinden bu yana vaat hep aynıydı: Daha hızlı yazmak, daha okunaklı olmak ve işi kolaylaştırmak.

Ancak bugün nörobilim ve eğitim bilimleri, bu “kolaylığın” sandığımızdan çok daha ağır bir bedeli olabileceğini fısıldıyor. Mesele sadece el yazısının nostaljik güzelliğini veya imla kurallarını kaybetmek değil, beynimizin bilgiyi işleme, kavrama ve düşünme mimarisini teknolojiye devrediyor oluşumuz.

El, Beynin Uzantısıdır

Yazma eylemi, tarihsel olarak insan zihninin en karmaşık icatlarından biriydi. Sümerlerin çivi yazısından Yunan alfabesine uzanan süreç, sadece bir iletişim devrimi değil, soyut düşüncenin de tetikleyicisiydi. Ancak klavyeye geçişle birlikte bu eylem, mekanik bir “tuşlama” sürecine indirgendi.

Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden (NTNU) Prof. Audrey van der Meer’in öncülüğündeki araştırmalar, bu değişimin nörolojik faturasını gözler önüne seriyor. Bir klavyede ‘A’ harfine basmakla ‘B’ harfine basmak arasında beynimiz için bir fark yoktur, yapılan parmak hareketi aynıdır. Oysa kalemi elimize alıp bir harfi kağıda nakşettiğimizde, beynimizin motor korteksi, görsel bölgeleri ve duyusal alanları arasında muazzam bir aktivite başlar. Her harf, kendine has bir parmak basıncı ve kavis gerektirir.

Bu nörolojik “spor”, öğrenmenin temelini oluşturur. Araştırmalar, kalemle not alan öğrencilerin beyinlerinde karmaşık bağlantılar oluşurken, klavye kullananlarda bu bölgelerin neredeyse sessiz kaldığını gösteriyor. Yani kalemi bıraktığımızda, beynin öğrenme ve hafıza merkezlerine giden en işlek otobanlardan birini trafiğe kapatmış oluyoruz.

Madalyonun İki Yüzü: Okuma ve Kodlama

Yazma eyleminin zayıflaması, şaşırtıcı bir şekilde “okuma” becerimizi de tehdit ediyor. Georgia State Üniversitesi’nden Brennan Chandler’ın disleksi ve okuma güçlüğü üzerine yaptığı geniş kapsamlı analizler, kritik bir gerçeği ortaya koyuyor: “Okuma ve yazım (spelling), aynı madalyonun iki yüzüdür.”

Bir kelimenin nasıl yazıldığını zihinsel olarak kodlamak (encoding), o kelimeyi okurken şifresini çözmeyi (decoding) doğrudan güçlendiriyor. Harfleri ve sesleri fonemik olarak birbirine bağlama pratiği yapmayan, yani “yazım zorluğu” çekmeyen bir zihin, üst düzey okuma ve anlama becerilerine erişmekte zorlanıyor.

Bugün e-postalarımızdan mesajlaşma uygulamalarına kadar her yerdeki “otomatik düzeltme” özellikleri, bizi bu zahmetten kurtarıyor gibi görünse de aslında bizi “dilin kodlarına” yabancılaştırıyor. Kelimeyi yanlış yazdığımızda altını çizen kırmızı çizgi, bizi düşünmekten alıkoyuyor. Oysa Chandler’ın vurguladığı gibi yazım (spelling) bilişsel olarak zordur ve tam da bu “zorluk”, öğrenmenin kalıcı hale geldiği yerdir.

Kopyalamak mı, İşlemek mi?

Teknolojinin sağladığı hız, bizi bilgiyi “işleyen” (processor) bireylerden, bilgiyi “kopyalayan” (recorder) bireylere dönüştürüyor. Bir derste veya toplantıda konuşulan her şeyi klavyeyle hızla not alabilirsiniz. Ancak Prof. Van der Meer’in de belirttiği gibi, bu süreçte beyin bilgiyi süzmez, sadece aktarır.

El yazısının görece “yavaşlığı” ise bizi mecburi bir düşünme sürecine iter. Her şeyi yazmaya vaktimiz olmadığı için beynimiz anlık olarak şu kararları vermek zorunda kalır: “Burada ana fikir ne?”, “Hangi kelime önemli?”, “Bunu nasıl özetleyebilirim?”

İşte bu özetleme ve sentezleme anı, bilginin sadece kağıda değil, hafızaya da kazındığı andır. Kalemle yazarken harcadığımız efor ve yavaşlık, aslında derin düşünmenin ön koşuludur.

Bilişsel Yükü Dışsallaştırmak

Bilim insanları bu durumu “Bilişsel Yükü Dışsallaştırma” (Cognitive Offloading) olarak tanımlıyor. Telefon numaralarını ezberlememek, yön bulmak için GPS’e körü körüne güvenmek veya imla kurallarını yapay zekaya bırakmak… Zihinsel süreçlerimizi dış kaynaklara devrettikçe, beynimiz bu işlemleri yapmayı “gereksiz” görüyor ve ilgili nöral ağlar zayıflıyor.

Waterloo Üniversitesi’nden araştırmacıların uyarısı net: Sorun teknolojinin varlığı değil, bizim düşünme süreçlerimizi tamamen ona devretmemiz.

Analog Bir Direniş

Dijital çağda daktilolara veya taş tabletlere geri dönmemiz gerekmiyor. Ancak zihinsel keskinliğimizi korumak istiyorsak, düşünme eylemini taşeronlaştırmaktan vazgeçmeliyiz.

Okuma, yazma ve düşünme birbirinden bağımsız eylemler değildir. Biri eksildiğinde diğeri de topallar. Daha iyi okumak için doğru yazmaya (imlaya), daha iyi düşünmek içinse bazen klavyeyi kenara itip kalemin o “yavaşlatıcı” gücüne ihtiyacımız var. Çünkü yazmak, sadece kağıda iz bırakmak değil; zihne iz bırakmaktır.

Bugün artık kalemi klavye ile yarıştırmak anlamsız.
İkisi de hayatımızda olacak, ikisini de kullanmaya devam edeceğiz.

Belki de bu çağda kendimize sormamız gereken soru şudur:

“Bugün ne kadar yazdım?”dan önce,
“Bugün ne kadar yazarak düşündüm?” diye sormalıyız.

İşte o sorunun cevabında, hem beynimizin hem de ruhumuzun sağlığı gizli.

İlhami Serdar KARAMAN – 19.11.2025

x.com/iskaraman

Popüler